16 Şubat 2018 Cuma

"Tenin Gözleri"




“Tenin Gözleri: Mimarlık ve Duyular”


Juhani Pallasmaa, Mart 2011, (çev.) Aziz Ufuk Kılıç, YEM Yayın, İstanbul, 90 sayfa


Kitap İncelemesi



Tenin Gözleri, Juhani Pallasmaa’nın mimarlığı duyumsama esnasında, algısal tepki ve düşüncelerin işlenişinde duyuların önemini vurguladığı düşünsel bir metindir. 1996 yılında kaleme aldığı bu eserinde Pallasmaa, çağdaş dünyanın dayattığı gözmerkezci (occularcentric) bakış açısı sonucu, sanat eserlerinde duyumsamaya yönelik tasarı biçimlerine duyulan ihtiyaca değinir. Yazar bu hegemonik görsel yaklaşımın, bizi diğer duyu biçimlerinden yoksun kılışına ve bu yoksunlukta yapılan binaların, birer fotoğrafmışçasına, yalnızca göze hitap edecek şekilde biçimlenen mimarilerine değinir. Günümüzde kişi, teknoloji ile görerek yalnızca bir dakikada yüzlerce imge algılarken dokunma, tat alma, koklama gibi duyulardan uzaklaşmaya mahkum edilir. Kitabın, bu mesafenin farkındalığını oluştururken önceliği mimarlara vererek tüm sanatçılara, salt görsellikten sıyrılıp eseri tüm duyu organlarıyla deneyimlemelerini salık vermesi ile mimarlık kuramı derslerinin başyapıtı olarak nitelendirildiğini söyleyebiliriz.


1936 yılında Hämeenlinna kentinde doğan Pallasmaa, Finlandiya’nın önde gelen mimar ve kuramcılarındandır. Halen Helsinki’deki ofisinde aktif olarak mimarlık yapan ve mimarlık dersleri vermekte olan yazarın hem mimarlık felsefesi hem de öğretisi süresince tercih ettiği bu fenomenolojik yaklaşım, kuramcılar tarafından kabul görmüş ve mimarlık okullarında uygulanır olmuştur. 2005 yılında yeniden düzenlenmiş olan “Tenin Gözleri”, yazarın bu bakış açısının bir özeti niteliğindedir.

Her fırsatta duyumsama ve dokunsallığın önemini vurgulayan Pallasmaa “Tenin Gözleri” başlığıyla dokunma duyusunun algı ve deneyim üzerindeki tesirini vurgulamak istemiştir. Yazar bunu, kitabın başlangıcında dokunma ve görme duyuları arasında kavramsal bir çelişki oluşturarak ifade etmeyi tercih etmiştir. Kapağında Herbert Bayer’in “Yalnız Metropoliten” eseri bulunan kitap, daha ilk incelemede okura içeriğiyle ilgili ipucu vermeyi hedefler.
Pallasmaa’nın iki ayrı makalesinin bir araya getirilmesinden oluşan metnin ilk kısmında, Batı kaynaklı gözmerkezci paradigmanın Grek dönemden günümüze kadar olan gelişiminin izini süren yazar1, ardından bu görsel baskınlığın mimarlık üzerindeki etkisine değinir. İkinci kısımda ise, Maurice Merlau Ponty felsefesi yaklaşımı ile bedeni merkeze koyar ve alıntılayıp: "Dünyada bedenin yeri, organizmadaki kalbin yeriyle eşdeğerdir." diyerek mimari deneyimde bütün duyuların önemini vurgular. Bu kapsamda duyuların etkileşiminden bahseder ve çokduyulu bir mimari dışavurum öne sürer.


Kitap Steven Holl’ün kaleme aldığı “İnce Buz” isimli önsöz ile başlar, yazar ise kitaba “Dünyaya Dokumak” bölümü ile giriş yapar. Bu bölümde dokunma alanının öncüllüğünü belirtir, görme başta olmak üzere diğer tüm duyuların yalnızca dokunma duyusunun birer uzantısı olduğunu savunur. Mimar, ancak bedenini merkeze alarak yaratım gerçekleştirdikçe gerçek anlamda mimardır. İlk kısımda yazar: “Duyusal yaratım sürecinde sanatçı, mekana kendi deneyimlerini aktarırken karşılığında mekanın aurasını ödünç alır.” der ve sanatçı-mekan ilişkisini bu aktarıma koşullar. Bu özdeşleşme, yaratım sürecini duyuşsal anlamda besler ve sanatçının varoluşsal deneyimini pekiştirir. Günümüz bilgisayar teknolojilerinin gözmerkezci dayatımı, çokduyulu ve eşzamanlı imgeleme yeteneğimizi köreltmektedir. Bu teknoloji, yaratıcı ile nesne arasına mesafe koyar. Zanaatçi, tasarı sürecinde nesneyi ellerinde tutmaksızın yaratır, mimar bedeniyle mekanı özdeşleştiremeden tasarlar. Göz uzaklığın, dokunma ise samimiyetin ve sıcaklığın organıdır. Şüphesiz nesne ya da mekan arasına koyulan bu uzaklık, yaratımın duyuşsal biçimininin şekillenmesine engel olur.


Kitabın ilerleyen kısımlarında yazar, tarih boyunca göze öncelik tanıyan yaklaşımlar ve bu duruma karşıt görüşteki eleştirilerini ortaya koyar. Tarih boyunca göz, duyuların en soylusu olarak adlandırılmış ve epistemolojik olarak ayrıcalıklı bir konumda olmuştur. Yunan kültüründe göz, adeta mistik bir anlam ile bilgeliğin önkoşulu “görüş(vision)” olarak tasavvur edilirken Rönesans’ta bu tutum, duyuların hiyerarşik dizilişinde görmenin ilk, dokunmanın en alt sırada yer alması ile ifade edilmiştir. Pallasmaa’ya göre gözün totaliter tutumu, kültürel değerlerimiz ve felsefi yargılarımızın bu yönde şekillenmesine, modern çağın göz odaklı tasarı anlayışına sebep olmuştur. “Fikirlerimizi ve imgelemimizi kopuk, yalıtılmış ve evsiz bırakmıştır”.
3  Bu vaziyette mimarlara düşen görev, salt görsellik tahakkümünden sıyrılmak ve mimariyi zaman ve mekanı sınırlandıran, varoluşumuzun yegane hafifletici aracı olarak görmektir.


Pallasmaa gözü kültürel bir norm olarak ifade eder ve Heidegger’in tutumuyla göz’ü “Narsistik göz” ve “Nihilistik göz” olarak iki ayrı şekilde ele alır. Bu bakışa göre gözün hegemonyası, narsistik bir tutumla ortaya atılmış olup günümüze doğru giderek nihilistik bir tavra bürünmüştür. Narsistik göze göre mimarlık, belli bir kitleye hitap eden ve toplumsal bağlantılardan kopuk, entelektüel bir oyun iken nihilistik göz; mimarlıkta bedeni, dokunsal algıyı devreden çıkarıp yakınlık, hakikat ve içtenlik sağlamaktan yoksun, uzaklaştıran bir mimarlık öne sürer.


Mimarlık eylemi, tıpkı bir kuşun yuvasını yaparken kullandığı metod gibi bedensel bir özdeşleşme ile gerçekleştirildiğinde tam anlamıyla algılanabilir. Bedenin inşaata kılavuzluk etmesi, yapıya içtenlik ve sıcaklık katar. Dünyada birçok bölgede yerel malzemeler ve bedensel emek ile inşa edilen toprak, taş, kil malzemeli yapılarda bu dokunsallığı hissedebilmek mümkündür. Bu duruma kıyasla günümüzde teknolojinin, gözün olağanüstü yeteneğine yaklaşması ile gerçeklik, fotoğraf makinesi kadrajındaki imgeler ile tanımlanır olmuştur.



Mimaride dokunsallığın yitimi, yaratım sürecinde kopukluklar ve binaların plastisitelerini kaybetmeleriyle sonuçlanmıştır. Eserler yaşadıkları bu dokunsallık kaybı ile maddesiz ve gerçekdışılığa mecbur bırakıldılar. Sözgelimi mimari anlayışta gitgide artan yansıtıcı cam kullanımı, kişiyi yapıdan uzaklaştırır. Saydam görünüme sahip fakat saydam olmayan bu yüzeye bakan insan, duvarın ardını göremez ve mekan deneyiminden yoksun bırakılır.


Mekanı duyumsamada maddesellik ve zamanın önemi yadsınamaz. Örneğin taş, tuğla, kerpiç gibi maddeler ile inşa edilen yapıların inşasında bedenin aktif rolü, bu maddelerin de tıpkı bizler gibi zamanla yaşlanması gibi faktörler, yapıya kimlik kazandırmakta etkin rol oynar. Modern zamanın dayattığı saydamlık, hafiflik, uzun ömürlülük gibi hedefler keskin köşeli, tekrar eden cephelere sahip tekdüze ve sahte saydam binalar doğurmuştur. Yaşlanmayan binalar yapmak için kullandığımız sağlam, hafif, öte yandan yapay olan malzemeler; zamanı evcilleştirmek yerine durdurmayı, varoluşsal sancılarımızı hafifletmek yerine yok etmeyi amaçlar. Ölümlü dünyaya ölümsüz eserler vaat eden bu yaklaşım, gerçekçi ve uygulanabilir olmadığı için kişide duyusal kayba ve özsel yitime sebep olmuştur.


Beden; mekan ve imgelem ile sürekli bir alışveriş halinde olmalıdır. Bu alışverişin gerçekleşmesi duyularımızı bütüncül olarak kullanabilmemiz ve mekan ile sağlıklı iletişim kurabilmemiz açısından oldukça önemlidir. Bir ormanda yürürken bedenimiz hareket eder, kulaklarımız işitir, tenimiz duyumsar ve gözlerimiz görürken bu çokduyulu deneyim sayesinde zinde ve mutlu hissederiz. Yazar, Bachelard’ın “duyuların çoksesliliği”
olarak adlandırdığı bu işbirliğini, etkileyici bir mimarlık deneyiminin önkoşulu olarak nitelendirir.


Eski kentlerde mimarinin bir ömrü mevcut iken modern ve postmodern yapılar, sesi geri göndermeyen caddelerde yükselir. Alışveriş merkezi gibi kapalı iç mekanlar dönüp duran müziğiyle sesimizi bastırır, gözün dokunuşuna engel olur. Metnin ikinci kısmında yazar çokduyulu bir mimarinin getirilerinden bahsederken Luis Barragan’ın mimarideki algısal anlayışına işaret eder. Mimarın yapılarında mevcut olan yekpare büyük duvarlarında “sıcak tek renklilik” prensibiyle hareket ediyor olması, eserlerinde mekânsal deneyimi pekiştirmek amacıyla gerçekleştirilmiş bir tutumdur. Bu sayede dikkatleri duvarın önüne koyduğu su birimine çekmeyi başaran mimar, yapılarında duyusal çoksesliliği deneyimlememizi mümkün kılar. Bunu, duyumsanan imgelerin belleğimizde edindiği yerin önemini vurgulayarak destekler ve “Bedenin de bir belleği vardır. Bu bellek bizi uzak diyarlara götürür, dokunmak bizi zaman ve gelenekle bağlantıya geçirir.”
6  Şeklinde savunur.


Kitabın ifade dilindeki duyusal yaklaşım, üsluptaki akışkan ve algısal perspektif, kitaba okunabilirlik kazandırmıştır. Yazarken sık sık Rainer Maria Rilke’nin üslubundan esinlendiğini belirten yazar, bu şiirsel tutumu kitabın savunduğu fikir açısından da gerekli bulmuştur. İlk bakışta Pallasmaa’nın fenomenolojisiyle ilgili fikir sahibi olmamızı sağlayan başlıklarından itibaren fark edilen dilsellik ve ifade açıklığı kitaptaki her cümlede hissedilir. “Short circling” olarak adlandırılan bu teknik, oldukça kısa ve öz şekilde fikrin diyalektik bir tutumla özetlenmesini sağlar. başlıkların hemen ardından yazılan önerme minvalindeki açıklayıcı cümleler, sözcüklerin arasında kaybolmamıza engel olarak kitabın sürekliliğini destekleyici niteliğe sahiptir. Dilsel bağlamda her kesime hitap edecek biçimde şekillendirilmiş olan yapıt bir mimarın, şairin de tasarımcı ya da sıradan bir okurun da gelişimine katkı sağlayacak niteliğe sahiptir.


Pallasmaa, metin boyunca sıkça Fransız düşünür Maurice Merlau Ponty’nin diyalektiğinden esinlendiğini belirtir. Merlau Ponty felsefesi, duyumsamada “kendilik” üzerine yoğunlaşır, karşıtlığın gücünü savunur ve bu bağlamda tekilliğe karşı çıkar.
7  Yazarın da parçalı ve diyalektik anlatımı, kitabın ifade biçimini olumsuz etkilememiş olup, savını daha etkili bir biçimde sunmasına olanak sağlamıştır. Öyle ki bu biçim, eseri herhangi bir kısmından deneyimlemeye başladığımızda “kaybolmuş” hissetmemizi önleyerek daha akışkan bir okuma gerçekleştirmemizi sağlar. Pallasmaa’nın son derece duygusal ve entelektüel tespitlerinden meydana gelen metnin çoksesli strüktürünün, yazarın hayata karşı bakışı ile paralel olduğunu belirtebiliriz. Pallasmaa’ya göre hiçbir şey “mutlak” değildir ancak “duyumsanan” olabilir. Ona göre bir yüzey kaba ya da zarif yahut amorf veya biçimli değildir. Yüzey kendi gerçekliği ve bizim gördüğümüz gerçekliğinin ikililiğiyle benlik kazanır. Yazarın bu diyalektik bakış açısının oluşturduğu sorgulayıcı duygudurum, ters-yüz ilişkisi ile var olur. Bu anlayışa göre “kaba”, “zarif”in; “amorf”, “biçimli”nin sayesinde var olur. Biri olmadan diğeri anlamsızdır, yoktur.


Okuma süreci boyunca Pallasmaa okuyucuya modern ve post modern mimari anlayışa karşı tepkili bir izlenim verir. Bunu kırmak için kitabın son kısmında Le Corbusier ve Richard Meier’in göze hitap eden; Hans Scharoun ve Erich Mendelsohn’un dokunsal ve kassal mimari anlayışlarını yüceltir, Nesne-beden ilişkisine işaret ederek modern bağlamda da duyuşsal yaklaşımlarda bulunulduğuna vurgu yapar.
8

Juhani Pallasmaa’nın mimaride psikolojik, duygusal ve bedensel duyumların yok oluşuna dair kaygılarını ifade etmek amacıyla yazdığı kitapta göze çarpan yaklaşımlardan biri, kitabın gözmerkezci anlayışa karşı tutucu bir tavır ve sabit bir yargı öne sürmesidir. Yazarın bu konuda kendini tekrarlayan ifade biçimi çoğu zaman objektif bakışın sınırlarını aşarak, adeta bir dava niteliğinde tek taraflı olmuştur. Öte yandan günümüzde var olan ve metin boyunca problem olarak nitelendirilen bu durumu önlemeye yönelik öneri kısmının elverişsizliği, okuru belirsiz bir sona sürükler. Kitap, yazarın ifade ettiği duyuşsal imgelemin ifadesinde oldukça başarılıdır fakat teorik boyutta bu fenomenolojik davranışın özellikle somut örnekleme dayandırılmadığı görülür. İncelenen “duyuşsal mimari” problemine değinmek gerekirse; bu tartışma günümüz mimarisinin es geçtiği noktalara yeterince parmak basamamış ve sonuç olarak mimarlara yönelik duyusal alanlar tasarlama öğretisinde yetersiz kalmıştır. Yazar, bunu bir ders olarak nitelendirmese bile kuramsal bağlamda bu denli yol gösterecek bir yapıtın geleceğin mimarına düşünsel anlamda da şekil vermesi açısından uygulanabilir bir perspektife sahip olması gereklidir. Sözgelimi yazar, metnin son kısmında Alvar Aalto’nun beden-mekan ilişkisine 
değinerek mimarın duyusal amaçlarını tasarımına yansıtması ile ilgili okura, pratik mimari önerilerde bulunur. Günlük yaşamda kullanılan bu mobilyaların, algısal perspektifi göz önünde bulundurularak tasarlanmasına ergonomik açıdan getirdiği eleştiri oldukça eğiticidir. Eser her ne kadar duyu organlarımızı ayrıştırıp birbirleriyle kıyaslıyor olsa da mimari, tümevarımsal ve tekil bir teknik ile gerçekleştirilmelidir. Mimar, tasarı sürecinde yaratısını deneyimlemeli, onun içinde dolaşmalıdır. Önce, eserine gözleriyle dokunabilmeli onu ayaklarıyla duymalı, kulaklarıyla görebilmelidir. Dokunsal ve görsel temas, Pallasmaa’nın tutumu ile parçalı bir vaziyette birbiriyle kıyaslanmaktan ziyade aynı bağlamda incelenmeli ve uygulanmalıdır. Ne dokunma ne görme öncüdür. Ne ten gözden ne de göz tenden evrilmiştir. Bir yaratının görüntüsü dokusunu, dokunsallığı görünüşünü etkiler. Göz de ten de bir eseri tüm kıvrımları, köşeleri, kenarları ve yüzeyleriyle tatmalı, okşamalı, duymalıdır.
Pallasmaa, Juhani. Tenin Gözleri: Mimarlık ve duyular. 1. Baskı. YEM Yayın, 2011 s. 39

Maurice Merleau – Ponty, Phenomenology of Perception, Routledge (Londra), 1992, s. 203

David Michael Levin, Decline and Fall-Oculentarism in Heidegger’s Reading of the History of Metaphyisics, Levin (1993) s.205

Pallasmaa, Juhani. s. 39

Gaston Bachelard, The Poetics of Reverie, Beacon Press (Boston), 1971 s. 6.

Pallasmaa, Juhani. s. 84

Pallasmaa, Juhani. s. 37

Pallasmaa, Juhani. s. 87

Pallasmaa, Juhani. s. 87

1 yorum:

  1. Mimaride gözönünde bulundurulması görselliğin yüceltilmeden dokunsal hissin yaratıma yön vermesi müthiş tespitler. Modern cam binaların, gökdelenlerin Beni neden çok rahatsız hissettiğini de öğrenmiş oldum. Çok teşekkürler. Ruhumuzun nefesten arınmış bir bedende huzur bulamaması gibi mekanlar da bu huzuru tamamlayan içiçelikler barındırmadıkça huzurumuz hep eksik olacak...

    YanıtlaSil

"Tenin Gözleri"

“Tenin Gözleri: Mimarlık ve Duyular” Juhani Pallasmaa, Mart 2011, (çev.) Aziz Ufuk Kılıç, YEM Yayın, İstanbul, 90 sayfa Kitap İ...